GÖRÜŞ - Doğu Akdeniz’de ısınan sular ve Kıbrıs denklemi
Suriye’deki güç mücadelesi bir şekilde tamamlanır ve gözler Doğu Akdeniz’deki tabii kaynaklara dönerse, o zamana gelene kadar sahada kimin hâkimiyet kurduğu, kimin daha stabil davrandığı önem kazanacak- Suriye’deki kazanımlarını daha güçlü bir hale getire
İSTANBUL (AA) - SEFA ÖZKAYA - Siyasî tarihe bakıldığı zaman, askerî stratejide bazı ifade veya mottoların önemini hiç yitirmediği görülür. Bu ifadelerden birisi “Devletlerin dostları ve düşmanları olmaz, menfaatleri olur” sözüdür. Bu söz, her devletin, kendi halkının menfaatleri için değişken dost-düşman tanımlaması yapabilmesine imkan sağlar. Bu analizde bahse konu edilecek Doğu Akdeniz’de “ısınan sular” kapsamında geçerliliğini koruyan bir başka söz de “En güçlü büyükelçi donanmadır” ifadesidir. Eski zamanlarda bu ifadenin uygulama şekli, literatüre “Gambot diplomasisi” şeklinde geçmiştir. Donanmayı baskı unsuru olarak kullanmak vasıtasıyla herhangi bir gücü kendi lehinde anlaşmaya zorlamak, gambot diplomasisinin en kısa açıklamasıdır.
Siyasî tarihin bu iki ifadesinden yola çıkarak şu üç soruya cevap arayacağız:
1. Bu ifadeler, Doğu Akdeniz politikaları kapsamında değerlendirilirse nasıl bir tablo ortaya çıkar?
2. En güçlü büyükelçiler (deniz kuvvetleri) kimlerdir ve Doğu Akdeniz’de ne için ve nasıl bir baskı unsuru oluşturmaktadırlar?
3. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) mevcut durum analizine göre nasıl bir harekât konsepti takip edeceği öngörülebilir?
Dünyada “Deniz Hakimiyet Teorisi”ni ortaya koyan Alfred T. Mahan ve “Hava Üstünlüğü Doktrini”ni teorize eden Albay Hausy Scitaklian’ın fikirleri, bugün orduların üslenme stratejilerini şekillendirmektedir. Günümüzde deniz-hava-uzay üçlüsü üzerinde etkisi yüksek olan güçler, geleceği şekillendirme bakımından rakiplerine oranla daha önde olacaklardır. Bu doğrultuda, son zamanlarda deniz harp doktrinleri başta olmak üzere, stratejik eylem planlarında ön plana çıkan bir yaklaşım vardır: “Anti Access Area Denial” (A2AD). Bir stratejik yaklaşım olan bu düşünce, “Geçişe engel ol, alandan men et” yaklaşımıyla hareket edilmesini öngörür. Peki, bu ne anlama gelmektedir?
- Doğu Akdeniz'de güç mücadelesi
Güncel olarak ABD’nin pek çok amfibi gemi ve denizaltısı Akdeniz’de bulunuyor. Diğer taraftan Rusya’nın Akdeniz’de 25 civarında yüzer birlik unsuru var. Suriye’deki güç mücadelesi bir şekilde tamamlanır ve gözler Doğu Akdeniz’deki tabii kaynaklara dönerse, o zamana gelene kadar sahada kimin hâkimiyet kurduğu, kimin daha stabil davrandığı önem kazanacak. Suriye’deki kazanımlarını daha güçlü bir hale getirerek sağlamlaştırmak isteyen Rusya, ilk iş olarak Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesine odaklanacaktır.
Nitekim ABD’nin de Mısır, İsrail ve diğer devletlerle müşterek bir harekât konseptine sahip olmak istediği, Suriye örneğinde olduğu gibi, büyük oranda sahadan silinmek istemediği görülüyor. Bunun için İsrail ve Mısır işbirliğiyle bölgede “Batı blokunun lideri” olarak faaliyet göstereceği söylenebilir. Bu amaca hizmet edebilmek amacıyla Türkiye’deki üslerini Güney Kıbrıs’a taşıması, İsrail’in Hayfa Limanı’nın başlıca güç aktarım merkezi ve ana üs olmasıyla Atlantik birliğine entegre edilmesi ve Akdeniz’de faaliyet gösteren 6. Filo’nun daha da güçlendirilerek Doğu Akdeniz’i sıklet merkezi olarak kabul eden bir yaklaşım sergilemesi kuvvetle muhtemeldir.
Fransa da Akdeniz politikalarının oluşturulmasında yeniden “Ben de varım” demek için, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile 12 yılı aşkın süren ilişkileri ve yatırımları sonucunda, Güney Kıbrıs’ı askerî intikal merkezi olarak kullanabilecek duruma geldi. ABD ve Fransa’nın GKRY konusunda büyük çaplı bir anlaşmazlık veya çatışma yaşaması, şimdilik çok muhtemel görünmüyor. Dolayısıyla başını ABD’nin çektiği Batı blokuyla, “yalnız” büyük bir güç olan Rusya’nın iki blok halinde Akdeniz’de “bayrak gösterme” harekâtı yaptığı söylenebilir. Bu durumda TSK’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin durumu ne olacaktır, ne olmalıdır? Şüphesiz ki Türk Deniz Kuvvetleri karargâhı tarafından bu hususa kafa yorulmaktadır.
Daha önceki tecrübelerde, Deniz Kuvvetleri vasıtasıyla TSK’nın Ege Denizi’nde hâkim güç haline gelmesi sağlandı. Ege’de kara radar ağlarıyla desteklenmiş olan hâkimiyet konseptinin aynısının Doğu Akdeniz’de de gösterilmesi mümkün olabilir. Bu amaca hizmet etmesi amacıyla, özellikle adanın üç tarafına da hâkim bir konumda bulunan Karpaz Burnu’na müşterek bir deniz-hava üssü kurulması bir gereklilik olarak ortaya çıkabilir. Burada kurulan üste Deniz Kuvvetleri envanterinde bulunan ve denizaltı harbi yapabilme kabiliyetine sahip olan Sea Hawk helikopterleriyle mücehhez yüzer birlikler konuşlandırılması ve alan hâkimiyetini “pekiştirici” bir rol üstlenmesi, stratejik bir açılım olarak bölge dengelerinde belirleyici bir rol üstlenebilir. Karpaz’a kurulacak olan hava üssü sayesinde, hak ihlallerini kabul edilebilir bir düzey haline getirmek isteyen GKRY’ye karşı “caydırıcı, etkin ve saygın” ve aynı zamanda anlık müdahale kabiliyeti olan bir pozisyon elde edilmiş olacaktır. Özellikle sona doğru yaklaştığı tahmin edilen Suriye’deki sürecin tamamlanmasının akabinde, güç mücadelesinin yeni sacayağının, Doğu Akdeniz bölgesindeki tabii kaynaklar üzerinden denklemdeki yerlerini alacağı muhakkak. Bu bağlamda, Suriye’nin denize, dolayısıyla dünyaya açılan tarafı olan Doğu Akdeniz’in konumu, güç mücadelesinin kayacağı alanın, sıcak çatışma bölgesine ne kadar yakın olduğu da ortadadır.
- Diplomatik ve ticari tedbirler de gerekli
Bölgede bulunan tabii kaynaklar da küresel güçlerin bölgeye yoğunlaşmasına sebep olan en önemli faktörlerdendir. ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi, Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasındaki bölgede bulunan Levant havzasında toplam 3,45 trilyon metreküp doğalgaz, 1,7 milyar varil petrol ve hidrokarbon bulunduğunu belirtmektedir. Küresel güçlerin, geleceğin önemli bir savaş sebebi olacak enerji piyasası için son derece önemli olan bu bölgeyi görmezden gelmesi beklenemeyeceğine göre, Türkiye de bu rekabetteki stratejisini “kırılgan” ve “kaygan” bir zemine sahip olan jeopolitik konjonktüre göre belirleyecektir. Tabii kaynakları korumak için gerekli olan bu strateji için ise askerî bir dayanak noktası olarak Kuzey Kıbrıs’ta kurulacak müşterek deniz-hava üssüne duyulan ihtiyaç ortadadır.
Bölgede GKRY adına zaman zaman tabii kaynak arama amacıyla araştırma yapan gemilere müsaade etmeyen Türk Deniz Kuvvetleri, ileri tarihlerde Türk tarafı adına sondaj yapacak olan gemilerin emniyeti için bölgede bulundurduğu mevcut gücünden daha fazla suüstü ve sualtı unsurunu bölgede tutmak zorunda kalabilir. Bu durumda, muhtemel deniz-hava müşterek üssünün önemi daha iyi anlaşılacaktır. Emekli Albay-Akademisyen Dr. Bülend Özen’in ifadesiyle Doğu Akdeniz, “Ortadoğu meselelerine müdâhil olmak isteyen ve fakat karada batağa saplanmak istemeyen ve gerektiğinde mevzulardan kolay sıyrılmak isteyen ülkelerin aşağı mahallesi” olmaya başlamıştır. İşte bu “aşağı mahalle”nin “ağabeylik” vazifesini kimin yapacağı, bölgedeki ekonomik menfaatlerini korumak için hangi gücün bölgeye bilhassa deniz ve hava gücü yatırımı yaptığıyla belirlenecektir. 3 trilyon dolar tutarındaki doğalgaz rezervinden, bölge ülkeleriyle ekonomik işbirliği sağlayarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmek istediği alanları uluslararası platformlarda hukukî statüye kavuşturmak isteyen GKRY’nin büyük pay almasının önüne geçmek için oluşturulacak strateji, görüldüğü üzere sadece askerî tedbirlerin değil, diplomatik, ticarî tedbir ve girişimlerin de yardımıyla önlenebilir. Dolayısıyla Milli Savunma Bakanlığı’ndan başka, bu hususta da bilhassa Dışişleri Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı gibi bakanlıkların, bölgede önemli güç sahibi olan işadamlarıyla ilişki kurduğu ve Güney Kıbrıs’a alternatif olarak Kuzey Kıbrıs’ı uluslararası bir çekim merkezi haline getirmekte rol alabilecek olan “stratejik kişiler”in de mesai sarfettiği muhakkak. Yine sosyolojik boyutun ihmal edilmemesi de büyük bir önem arz ediyor. Kazancı Türk lirası ile olup, harcamalarını avro ile yapan KKTC halkının sürece dâhil edilmesi ve günümüzde gittikçe daha önemli hale gelen “yerel dinamikler”in motivasyonunun korunması sürece “yerel katılım” için mühim bir etken.
Türkiye’nin dış siyaset ekseninde iyi değerlendirmesi gereken önemli bir hususa daha dikkat çekmek gerekiyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşısında yer alan bloklardaki görev dağılımına bakıldığı zaman, “küçük oyuncular”ın Türkiye’ye karşı tehditkâr bir dil kullandığı, büyük oyuncuların ise Türkiye’yi doğrudan karşılarına almaktan çekinen bir yaklaşım sergilediği görülüyor. Bunda Türkiye’nin son yıllarda geliştirmekte olduğu dengeli siyaset yaklaşımı prensibinin de büyük etkisi var. S-400 savunma sistemlerini Rusya’dan temin etme iradesi gösteren Türkiye ile, milli muharip uçağını İngiltere’yle müştereken geliştiren Türkiye’nin tek bir kimlik içinde bunu başardığı; üstelik bunu yaparken “elbisenin de yırtılmadığı” gözleniyor. Yani diğer bir ifadeyle Türkiye, “İşime gelirse doğu blokundan silah alır, işime gelirse aynı anda batı blokuyla ortak iş yapabilirim” diyebiliyor. Nitekim İtalyan-Fransız ortaklığıyla hava savunma sistemleri geliştirilmesi hususunda iyi niyet anlaşması imzalaması, Türkiye’yi dış politikasında “taraf olma zorunluluğu olan bir devlet” konumundan çıkarıp “büyük devletler tarafından doğrudan hedef alınmak istenmeyen bir devlet” konumuna getirdi. Örneğin ABD, Türkiye’deki üslerini GKRY’ye taşısa bile, çok büyük değişiklikler olmadığı müddetçe, Türkiye’yle “ipleri tamamen koparmayacak”, ittifak ilişkilerini tehlikeye atacak tehditlere başvurmayacaktır. Bunun sebebi Türkiye’nin jeopolitik konumdur.
- Karpaz'daki tehlike
Malatya Kürecik’te bulunan AN-TPY-2 kara radarı, 1300 kilometre mesafeden tespit, 1000 kilometre mesafeden teşhis yapabilen balistik füze erken uyarı radarıdır. Havada uçan bir tenis topunu bile yaklaşık bin kilometre mesafeden tespit edebilen bu radar Türkiye’de bulunduğu müddetçe, İran’dan kalkan muhtemel bir balistik füzeyi haber verebilme fonksiyonuna sahip olduğu için, ABD bu avantajdan vazgeçmek istemeyecektir. Zira telemetrik veriler, uzayda birkaç kilometre sapma mesafesine sahip olduğu için, yer radarlarının balistik füzelere dair temin ettiği veri, uzayda bulunan gözlem uydularına göre güdümleme teknolojileri bakımından çok daha sağlıklıdır.
Ege Denizi’nde Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın tesis ettiği ve bölgenin en önemli gücü olarak karakol görevi icra eden, bayrak gösterme faaliyeti yapan, insan ve silah kaçakçılığına karşı mücadele eden, bölgede faaliyet gösteren sivil unsurların VHF-16 kanalı ile Deniz Kuvvetleri’nden yardım isteyebileceği “prestijli” bir pozisyonu var. Bu pozisyon, Deniz Kuvvetleri’nin Ege Denizi’nde faaliyet gösteren gemilerinden başka, Ege kıyılarına kurmuş olduğu radar ağı sistemi sayesinde oluşturuldu. Dolayısıyla radar ve gemilerin verilerinin ortak bir havuzda toplanmasıyla ortaya çıkan taktik resimde Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı “hâkim” bir konumda. Bu konseptin bir benzeri de fırsat buldukça ve konjonktür fırsat verdikçe Doğu Akdeniz’de kurulması ve her fırsat ve imkânda güçlendirilmeye devam edilmesi mümkün. Bu vesileyle Türk Deniz Kuvvetleri’nin kurmay kültürünün ortaya koyduğu tablonun hakkını vermek gerekmektedir.
Bütün bunlara ilave olarak, “son derece stratejik bir mevki” olan Karpaz Burnu’na dair bir tehlikeye de dikkat çekmek gerekmektedir. Daha önce, bugünkü İsrail toprakları örneğinde olduğu gibi, toprak satın almak yoluyla bölgede arazi parçaları toplayan bazı yabancıların, toprak satın alımını Karpaz Burnu civarında yoğunlaştırdığı, bazı yerel kaynaklar tarafından ifade ediliyor. İlerleyen yıllarda kamu hukuku-özel hukuk problemine dönüşebilecek muhtemel stratejik mekân hamleleri için, muhtemel zaman kayıplarının önüne geçilerek, bazı stratejik noktaların satışının özellikle önlenmesi büyük bir önem taşıyor. Eğer bunun önüne geçilemezse, GKRY, Fransa, Yunanistan, İsrail ve diğer birkaç devletin başını çektiği koalisyonun Doğu Akdeniz gazını GKRY-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşımasının önünden bir engel daha kalkar.
Son olarak, Alman harp teorisyeni Carl von Clausewitz’in tarihe geçmiş bir ifadesine, günümüzün şartlarını ele alarak, bugüne ışık tutacak bir nazire yaparak devam edelim. Clausewitz, savaş sırasında teknik ve matematik teorilerin geçersiz kalacağını, çünkü harbin kendisine göre bazı kuralları olduğunu, ayrıca harbin bir belirsizlik ortamı olduğunu ifade eder. Biz de makalemizi Clausewitz’in bu ifadesinin üzerine “tamamlayıcı” bir ifade ekleyerek bitirelim: “Savaştaki belirsizlikleri, savaş başlamadan önce kendi için ‘belirgin’ hale getiren taraf, aslında sonucunu kazandığı bir savaşa başlar”.
[A. Sefa Özkaya harp tarihi-askerî strateji ve İstanbul uzmanıdır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Kaynak:
Bu haber toplam 117 defa okunmuştur
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.